Bi seviyorum, bi sevmiyorum
Papatya falı gibi geçiyor hayatım. Bir sürü şeyi seviyor muyum, sevmiyor muyum emin değilim. Sene 2010 olmuş, hatta bitti bitecek, hala neyi sevip sevmediğime karar verememiş olmam ayrı yazılara konu.
Karşı dairede oturup tüm gün geleni-geçeni gözleyen, evden her çıkışımda kapı aralığından merdivenlerden inişimi izleyen, omzumun üstünden bakınca kapıyı "çıt" diye kapatan teyzeyi...iki günde bir pilav getirdiğinde, pilav yenmeyecek gibi olsa da, beni düşündüğü için seviyorum. "Bugün erken gittin, dün akşam da geç geldin" dediğinde falan sevmiyorum mesela. Gözlenmeyi sevmiyorum belki, teyzeyi değil de.
Sabahları erken kalkmaktan çoğunlukla nefret ediyorum-sabah karanlığında, soğukta yollara düşmek çok canımı sıkıyor. Ama çok uyumak da ya da geç kalkmak da hayattan çalmak gibi geliyor, tüm günü kaçıracakmışım gibi-ki kaçıyor da. Demek ki erken kalkmayı seviyorum, gün ışığını, sabah serinliğini, yavaş yavaş güne başlayıp "gün ışığından faydalanmayı" - ama sabahın köründe yollara dökülmeyi sevmiyorum. Hele o insan kalabalığı, araç kalabalığı, sabah gerginliği...Güne huzurla başlamak varken...
Bir işim olmasını seviyorum. Çalışmayı, her gün aynı ya da belki bambaşka insanları görmeyi, dinlemeyi, düşünmeyi. Hatta bazen küçük sorunları-günü hareketlendiriyorlar. Ama her gün her gün herrr gün öğlen yemeğinde tavuk çıkmamasını dilemeyi, rutini (06:45 servise bin. 07:45 işyerine intikal. 07:50 beyaz peynir-domatesli tostla kahvaltı. evet kepekli ekmek ile. lütfen içinden sövme, çok ayıp. bunu bulamayan var) . . . akşam serviste önden 2. koltuğun koridor tarafına oturup, okuma ışığını "yakar mısınız" demeden yakmayan ve herkese yol veren sakiin, sessiiz, pek kibar servis şoförünü, sevisteki Birbilen Hanım'ı falan, bütün bunları yorucu ve hatta tüketici buluyorum. Dünyayı kurtarmayı falan umuyor değilim hayır, ama işimden sıkılmamayı istemek de hakkım gibi geliyor. Bilemedim.
Kayısılı topları seviyorum, ama Venedik'ten tahtırevanla gelmişler gibi fiyatlandırılmalarını sevmiyorum.
Canlı müzik dinlemeyi seviyorum ama müzik dinlemek adı altında sarhoş ve gürültücü insanlarla dolu, ses düzeni rezil, karanlık mekanlara tıkılmayı sevmiyorum.
Konserleri de seviyorum. Belki maç izlemeyi bile sevebilirim. Ama önümdeki insan ayağa kalkmasın istiyorum (dönerim olsun istiyorum, ama dönmesin istiyorum :p).
Haber almak istiyorum. Haber almayı, bilmeyi seviyorum. Ama haber bültenlerinden ve gazetelerden gerçekten hiç ama hiç hoşlanmıyorum-hep ve sadece kötü şeylerin olduğunu düşündürüyorlar bana-hem bu ülkede, hem bu dünyada. Hele televizyon haberleri...öyle ucuz, öyle çığırtkan, haber pazarlamacıları.
Çevremdeki insanların çoğunu seviyorum-sevmesem etrafımda işleri ne? Çoğunu, ve çoğu zaman. Ara sıra şalterler atıyor ama-ufak tefek de olsa düzelmeyeceğini bildiğim pürüzler birden gözümde devleşiyor. Sonra, kim bilir benim ne aksiliklerim var diyerek susturuyorum kendimi.
Kahveyi seviyorum. Kokusunu tadından da çok. Sıcak içilir diyorlar. Ben çok sıcak kahve sevmiyorum.
Karşı dairede oturup tüm gün geleni-geçeni gözleyen, evden her çıkışımda kapı aralığından merdivenlerden inişimi izleyen, omzumun üstünden bakınca kapıyı "çıt" diye kapatan teyzeyi...iki günde bir pilav getirdiğinde, pilav yenmeyecek gibi olsa da, beni düşündüğü için seviyorum. "Bugün erken gittin, dün akşam da geç geldin" dediğinde falan sevmiyorum mesela. Gözlenmeyi sevmiyorum belki, teyzeyi değil de.
Sabahları erken kalkmaktan çoğunlukla nefret ediyorum-sabah karanlığında, soğukta yollara düşmek çok canımı sıkıyor. Ama çok uyumak da ya da geç kalkmak da hayattan çalmak gibi geliyor, tüm günü kaçıracakmışım gibi-ki kaçıyor da. Demek ki erken kalkmayı seviyorum, gün ışığını, sabah serinliğini, yavaş yavaş güne başlayıp "gün ışığından faydalanmayı" - ama sabahın köründe yollara dökülmeyi sevmiyorum. Hele o insan kalabalığı, araç kalabalığı, sabah gerginliği...Güne huzurla başlamak varken...
Bir işim olmasını seviyorum. Çalışmayı, her gün aynı ya da belki bambaşka insanları görmeyi, dinlemeyi, düşünmeyi. Hatta bazen küçük sorunları-günü hareketlendiriyorlar. Ama her gün her gün herrr gün öğlen yemeğinde tavuk çıkmamasını dilemeyi, rutini (06:45 servise bin. 07:45 işyerine intikal. 07:50 beyaz peynir-domatesli tostla kahvaltı. evet kepekli ekmek ile. lütfen içinden sövme, çok ayıp. bunu bulamayan var) . . . akşam serviste önden 2. koltuğun koridor tarafına oturup, okuma ışığını "yakar mısınız" demeden yakmayan ve herkese yol veren sakiin, sessiiz, pek kibar servis şoförünü, sevisteki Birbilen Hanım'ı falan, bütün bunları yorucu ve hatta tüketici buluyorum. Dünyayı kurtarmayı falan umuyor değilim hayır, ama işimden sıkılmamayı istemek de hakkım gibi geliyor. Bilemedim.
Kayısılı topları seviyorum, ama Venedik'ten tahtırevanla gelmişler gibi fiyatlandırılmalarını sevmiyorum.
Canlı müzik dinlemeyi seviyorum ama müzik dinlemek adı altında sarhoş ve gürültücü insanlarla dolu, ses düzeni rezil, karanlık mekanlara tıkılmayı sevmiyorum.
Konserleri de seviyorum. Belki maç izlemeyi bile sevebilirim. Ama önümdeki insan ayağa kalkmasın istiyorum (dönerim olsun istiyorum, ama dönmesin istiyorum :p).
Haber almak istiyorum. Haber almayı, bilmeyi seviyorum. Ama haber bültenlerinden ve gazetelerden gerçekten hiç ama hiç hoşlanmıyorum-hep ve sadece kötü şeylerin olduğunu düşündürüyorlar bana-hem bu ülkede, hem bu dünyada. Hele televizyon haberleri...öyle ucuz, öyle çığırtkan, haber pazarlamacıları.
Çevremdeki insanların çoğunu seviyorum-sevmesem etrafımda işleri ne? Çoğunu, ve çoğu zaman. Ara sıra şalterler atıyor ama-ufak tefek de olsa düzelmeyeceğini bildiğim pürüzler birden gözümde devleşiyor. Sonra, kim bilir benim ne aksiliklerim var diyerek susturuyorum kendimi.
Kahveyi seviyorum. Kokusunu tadından da çok. Sıcak içilir diyorlar. Ben çok sıcak kahve sevmiyorum.
Peki bir şey hem sevilip hem sevilmeyebilir mi? Bu beni gizli kalmış ikizler burcu yapar mı? Hiç ilgilenmiyorum. Hem seviyorum, hem sevmiyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler.