-1
Bu büyük, asık suratlı, umursamaz, bencil ve çok katı bir dünya. Ve herkes o kadar az ki aslında-sevdiklerimiz kadarız. Artık bir eksik.
Eksilmek tuhaf şey. Çok küçük, çok hiçbir şey, çok yalnızız aslında hepimiz. Türlü bahanelerle kendi başınalığın, kendine acımanın, bir sonraki sabaha ait kaygıların zihnin kuytu köşelerine gizlenmesi, insanın oyalanması ve avunmasının diğer adı gündelik hayat. Günün ve başka günlerin içini dolduran ve bu aslında matematiksel döngüyü anlamlandıran nefesler olmasa, ayaklar bu ağırlığı neden taşısın ki? Soğuk ve kesin bir sayısal değerler bütünü değil mi hayat ve zaman ve her şey? Ruh denen şey, bu soğukluğu perdeler. Ve ruh denen şey, insanı insan yapan şeyler değil midir-gülmek gibi, düşünmek gibi, bir sofranın etrafında buluşmak gibi. Ve bu özdür bizleri ayakta tutan, o keskin soğuğu uzak tutan.
Sizi, varlığınızı, ahvalinizi merak eden birilerinin olması çok rahatlatıcı bir histir. Oysa iyiliğinizi isteyen, ne bileyim, başınız sıkıştığında kesinlikle sığınabileceğinizi ve güvenebileceğinizi bildiğiniz birinin daha eksilmesi, insanın içinden de mutlu bir parçayı ve huzuru da beraberinde götürüyor. Artık daha azız, daha az güvende, daha az huzurlu. İçimiz boş. Katıldı kaldı bir süre. Nefesimiz daraldı sonra, merdivenlerdeki ayak seslerinde yükselen suretin başka biri olmasını umduk ama yüzlerinde aynı katı keder ifadesi ile birer birer odayı doldurdular. Ayak seslerinde beklenen suret mutfağın ortasında beyaz bir örtüydü şimdi. Üzerinde bir bıçak. Bu kadar uzun muydu, ya da bu kadar büyük? Örtü mü büyük yoksa? Mutfak mı küçülmüş? Bir çay bardağı tezgahta. Ben içerim senin yerine de, herkes çay içmeye gelmiş gibi madem-yapacak başka şey de yok ki zaten. Yalnız ölmek zor olmalı. Ölürken yalnız olduğunu bilmek. İnsan sinirlenir mi, üzülür mü, çaresiz mi hisseder yoksa, ölürken yapayalnızsa?
Yanıyor mu yeşil köşkün lambası? O radyodan yükselen seslerin etrafındaki suretler bir bir eksiliyor. İlk gidene katılıyorlar, orada bir artıyorlar, ben burada hep eksiğim. Kadifeden köşk yaptım, gümüşten merdiveni. Bazen duyar gibi oluyorum üst kattan gelen sesi. Pencere önünde beklerdim hep, benden önce o odada oturanları, tavan arasında kitaplar, heykeller, resimler bırakanları. Plakları atmadım. Turuncu kanepe, bir de o resim, bendeki bir fotografta yardımcı oyuncu. Fotograflardaki gibi kalsa daha mı iyi olur her şey? O fotografa gidebilsem ya da. Bana alınan ilk çiçekler -pembe krizantemler, doğum günümde-, Pink Floyd, bir gazetenin ön sayfasında 16. filoya defol diyen genç adam, fotogrametrik rölöve, o davudi ses, sadece gerektiğinde ve gerektiği kadar konuşmanın erdemi, aklındakileri taşa, metale ve ahşaba aktaran eller, ağırbaşlılığın kademi, bahçede akçaağaçlar ve küpe çiçekleri. Bir kadeh rakının bilmem efkarı mı, değilse nesi? Artık 10x10 bir resim: 1948-2010 (ikibinoneksibindokuzyüzkırksekizçarpıüçyüzaltmışbeş) tel çerçeveli gözlükler. Yine içimde keşkeler, ertelenmişlikler, üşengeçlikler.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler.