ARRIVAL – Geldiler!



ARRIVAL – Geldiler!

----Spoyler içerir, sonra ağlama asabileşme falan olmasın----

Her şey, her an değişebilir – aniden ve sonsuza dek – Paul Auster

Uzun zamandır izlediğim en iyi filmi bugün izledim. Arrival, hem distopya hem kurgubilim türünün çok güzel bir örneği diyebilirim. Hatta rahatlıkla, son onyılımızı ele geçiren gelecek kaygısı ve melankolinin, kimimizde Trump’ın gelişinden bir zombi istilası beklentisi yaratan kaygı ve hatta duygudurum bozukluğunun (sığınak yapıp zombi beklemenin adı bu olmalı, evet) en olumlu yansımalarından biri olduğunu da söylerim. Üçüncü türden yakınlaşmalardan beklentisini bir “armağan” olarak konumlayan, üstelik dili, ifadeyi sunulan armağanın merkezine alıp da zaman kavramını de bu dilde deşifre eden bir filmi başucumuza koymaz da ne yaparız?

Film için çok şey söylenmiş – bir küreselleşme güzellemesi denmiş, “düşünen adamın kurgubilim filmi” denmiş, gerçek duygu ile bilimkurgu türünü harmanlıyor denmiş. Sci-Fi dene kutsal türle duygusal temalar iç içe olmaz, bu konuda netim. Güzelim filmleri sulandırmayalım (Star Wars’daki “size baba diyebilir miyim” sahnesi, sözüm sana). Arrival, Rotten Tomatoes’ta %93 yapmış, IMDB’den 8.5 almış – skora takılan varsa.
Benim görüşüm, bir buluşmanın gezegenin üzerinde yaşayanların üzerindeki etkisine ve oluşturduğu tepkiye, olasılıklara, sonuçlara değil de tam olarak buluşmanın kendisine odaklanmış olması. “Neden” sorusunu merkeze alıyor ve ince ince, matematiksel bir güzellikle işliyor. O kafesteki kanaryaya bir bakın bakalım, size neler çağrıştırıyor? İnsan ve yabancının ellerinin birbirine dokunduğu sahne hangi başyapıta ve simgelediklerine gönderme yapıyor? Aradaki opak bölme neyi ayırıyor? Uzun zamandır bu kadar sade ve derinlikli bir şey izlememiştim. Hem zihnim hem içim açıldı. Ne olur izleyin.

Arrival, Ted Chiang’ın "The Story of Your Life" adlı kısa öyküsünden uyarlanmış. Deneme gösterimlerinde izleyici bu ismi beğenmeyince “Arrival” olarak değişmiş – biz “Geliş” olarak izliyoruz. Denis Villeneuve yönetmiş, bir sonraki Blade Runner filminde de aynı dokunuşu bekliyoruz kendisinden. Senaristi Eric Heisserer. Sinematografi bu filme bir şaheser havası katmış-senaryo, oyunculuk, diyaloglar bir yere kadar. Görsel ifade bir filmi rezil de vezir de edebiliyor. Karamsarlığı, bastırılmış ışığı, puslu bakışı ile oskarlık, Michael Seresin ve Eduardo Serra havası veren bu filmin bu kadar etkileyici olması Kentucky’nin hayatımıza güzide katkılarından Bradford Young’un işi. Başroldeki Amy Adams oskar alsın istiyorum. Bu kadar duru oyunculuğu da ne zamandır görmüyorduk. Diğer oyuncuların tümü figüran olsa da olurmuş.

Üç kavrama kısaca bakalım, eyyorlamam oradan sürsün.

Distopya

Hayal gücüne dayalı deneyimlerin, mesela çocukken dinlediğiniz masalların içine girişinizin, gerçekliğinizi oluştururken size kattıkları önemlidir. Ben demiyorum. Canım Auster diyor – insan kurgusal anlatısı olmadan insan olmaz. Kurgusal anlatımızı, hikayemizi ve ifademizi ahvalimiz belirler. Dünyanın ahvali de tabii. Dünyanın halinden ve kendi halinden yakınanların sığındığı distopya türü, uzun zamandır bu kadar güzel işlenmemiştir diye düşünüyorum. Uzun zamandır –bence- kolaya kaçıp bir zombilerdir tutturup giden The Walking Dead’inden Wayward Pines’ına yaşayan ölülerin dönüşüne bağlayan yapımların üzerine ilaç gibi olmadı mı? Oldu.

John Stuart Mill isimli karamsarın kötücüllüğün resmini çizebilir misin sorusuna yanıtı aslında bu kelime. Edebiyatta 1984, Hayvan Çiftliği, Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya, Sineklerin Tanrısı, Otomatik Portakal Açlık Oyunları (hala Takeshi kitano’dan çalıntı olduğunu düşünüyorum); sinemada Maymunlar Cehennemi, Blade Runner, Battle Royale, Gattaca, Mad Max, I am Legend, The Island, elbette V for Vendetta; televizyonda/internette ağırlığı post-apokaliptik The 100, Jericho, Under the Dome, Revolution, Zoo, hatta Battlestar Galactica gibi evimizden/gezegenimizden olup evsiz kaldığımız, virüslerle yok edilmeye çalışıldığımız, kötü ve iyi ayrımını sorguladığımız, canımızı zor kurtarıp küçük topluluklara sıkıştığımız, üçüncü türün sonunda bizi yok etmeye karar verdiği; çoğu umutsuz, daha büyük çoğunluğu rahatsız edici yapıtlar örnek verilebilir. Amaç da budur-rahatsızlık vermek, rahatınızdan, kendinizi güvende hissettiğiniz yerden uzakları gösterip ürperti vermek; yaşanma olasılığı olan binlerce alternatif içinden en kötülerini sunarak insana zararlı ve önemsiz ve küçük ve yıkıcı ve güçsüz ve ölümlü olduğunu hatırlatmak. Bu anlamda filme bir distopya denemez – ama filmde gücü temsil edenlerin vurdumduymazlığı, ani kararları, bir distopyaya varılabileceğini işaret ediyor. Her ne kadar filmin sonu konuyu tatlıya bağlasa ve savaşı önlese de, farklı alternatiflerin yüksek olasılık olduğu fikri hepinizin aklına gelecektir.

Dil (sosyal bilimci olmayanlarınız bir sonraki bölüme geçebilir)

Film, Neo-Latin dillere bir atıfla başlıyor - 6. Yüzyıldan bu yana dönüşerek hayatta kalan, bugün dünyada 800 milyon insan tarafından konuşulan, 35 varyasyonu olan ve Avrupa’nın ve kolonyal dönem sayesinde/yüzünden Afrika’da izleri çok belirgin olan diller. Küreselleşmenin erken habercisine yapılan bu ilk atıf, aslında bize filmin dünyaya baktığı noktayı da anlatıyor. Hollywood bakış açısı ile de olsa, bağlılık, bağlantılılık, ileri gidersek sicim teorisine kadar uzanan kolektif varoluş kuramlarına gidiyor. Mutual intellegibility ve dialect continuum (Türkçeleştirmeyenler düşünsün) içinde de değerlendirebileceğmiz gibi, birbiriyle ilintili dillerin konuşanları birbirlerini anlayabilir, ancak coğrafi uzaklık ve farklılaşan yaşamsal aktiviteler kavramlara koyulan isimleri dönüştürebileceğinden, merkezden uzaklaşıp dönüşen anlamlar yüzünden birbirimizin izini kaybedebiliriz – her dilin içinde kültürel etkileşimler kaynaklı ortaklık olmadığını, birbirimizi anlamanın kocaman çabalar gerektirmediğini kim söyleyebilir?

Hanginizle konuşurken bahsi geçmişti elbette hatırlamıyorum, ama dilin ihtiyaca binaen oluştuğunda hemfikirdik. Hayatımızda olmayan kavramların dilimizde yeri yoktur. Hayatımıza yeni giren kavramlara, bu kavramları ilk adlandıran dilin bulduğu ismi diyalektiğimize dahil ederek sesleniyoruz. Konuştuğumuz dile giren yabancı/yabancı kökenli kelimeler bundan – ilk defa karşılaştığımız şeyle daha önce karşılaşanın dili, dilimize karışıyor. Buna etkileşim yahut küreselleşmenin oyunu diyebilirsiniz, hayata nereden baktığınıza kalmış. Film bu konuya da bilimsel açıdan bakmış ve bize Sapir-Whorf hipotezinden bahsetmiş. 50’lerde gündeme gelen –bence- çok yerinde ve su götürmez biçimde dil-kültür ilişkisini açıklayan bir kuramdır. Dünyanı nasıl algıladığımızı sözcükler belirler der – tersi de geçerlidir. Japoncada komorebi diye bir kelime var demiş miydim, Küçük, sakin ve “yaprakların arasından sızan güneş ışığı” anlamına geren bir tek kelime. Türkçe, estetiğe, naifliğe, sükuna, içine dönmeye ve şamanlığa rağmen doğayla bütünleşmeye çok yer ayırmamış bir dil olduğundan, böyle küçük kelimeler insanı çarpıveriyor. Çünkü neden? Bizde yok. Kelimelerin varlığı, yokluğu, kaç farklı şekilde ifade edildikleri hep bu kuram çerçevesinde ele alınabilir. Sosyolinguizm denen güzel dalın daha rahat anlatacağı üzere, bir kavramla ne kadar iç içe iseniz, onu isimlendiren o kadar çok kelimeniz, dolayısiyle hayatınızda o kadar yeri olur. Neyse. Bu şekilde film dilin bir construct olduğu fikrinin üzerinde de çok oturaklı biçimde duruyor (açıklaması için Ekşi’ye filan bakarsınız, tanıdığınız edebiyatçılara sorarsınız. Üşendim.). Dilin sosyo-kültürel ihtiyaçlarla şekillenen yapıtaşlarından menkul oluşu, her yeni kelimenin de ufkumuzu genişletişi, zenginleştirişi, başka kültürlere ve mecralara açılımlar sunuşu bu kurgusal mekanizmayı girift, diğer dillerle ve kültürlerle ve varlıklarla bağlantılı, büyülü, hatta kutsal bir hale getiriyor. Filmin dili bir silah, bir araç ve karmaşık, kocaman, bütünleşik bir mekanizma gibi çeşitli şekillerde konumlandırması da bundan. Yine Auster, dil için şöyle demiş: “Kendimiz için bir anlatı kurgularız, günden güne de bu sicimi takip ederiz. Kişilikleri çözülenler, ipin ucunu kaçıranlardır.”

Ben sizi, filmin semiyotik ve semantik üzerine derinlemesine göndermeler yaptığından yola çıkarak, Barthes ve Saussure de okumaya davet ederim. Çok geride kalan o dört yılımın içinde çok belirgin figürlerdir kendileri, düşünüşümün bu şekli almasında katkıları yadsınmaz. Teşekkür ve teessüflerimle.

Zaman

Benim kaderciliğim Auster’inki kadardır. “Dünya öyle tahmin edilemez bir yerdir ki”, der, “Birden ve beklenmedik şeyler olur. Varlığımızı kontrol ettiğimizi bilmek isteriz. Bir bakıma öyleyizdir-bir bakıma değilizdir. Şans ve tesadüfün gücü bize hükmeder.” Hayatımızın kontrolü, çok gündelik işler dışında –ekmek almak mesela- bizde değildir. Direksiyonda etkileşim ve beklenti oturur. Evden çıkarken anahtarı almış olduğumuzu, otobüse binecekken otobüsün durağa yanaşacağını, birinden bir şey isterken olumlu ya da olumsuz yanıt vereceğini bekler, bunlara karşı söyleyeceklerimizi ve yapacaklarımızı farkına varsak da varmasak da tasarlarız. Ya anahtarı almadıysanız? O tanıdık “başımdan aşağı” hissini hatırlayın. Sizin tasarladığınız her hareket ve tepkinin karşılığında, özellikle insanlar ve sair varlıklar söz konusu ise, onların da gündemi ve şans ve tesadüf faktörleri denkleme dahildir. İşin içinden çıkamaz mıyız? Çıkmaya çalışmalı mıyız? Akışına bırakamaz mıyız? Neydi zaten, “ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında, yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında” (Berre, bunu senin çin yazdım). Uzay-zaman konularına istesem de giremem, her şeyin bir bileni var. Ancak itiraf edin, zaman o kadar büyülü, o kadar seksi, o kadar bilinmez bir şey ki hepimiz için, bükülmesine ayrı, kırılmasına ayrı, yolculuğuna ayrı kafa yoruyoruz. Dr. Who’lar, Time Lords, Delorean’la yapılan yolculuklar boşuna mı var?

Filmin zamanlaması muazzam. Dünyanın halinin, bu kadar karmaşanın, şiddetin, iletişimsizliğin içinden ve başkanlık seçimlerinin ardından bu anlayış ve umut penceresinden ve barışçıl tondan seslenmesi bir şekilde duygulandırıyor. Carl Sagan, insanın kaderini kendi ellerine almış yıldıztozu olduğunu söyler. Film bu kavramı da çok güzel işlemiş. Zamanın içinde hareket edebilen birey –kadın olması da tesadüf değil- kendi yaratısının sonunu da bildiği halde yaşanmışı ve yaşanacak olanı seçiyor. Bir başka süperstar, Neil DeGrasse Tyson, uzaylıların bizi ziyaret etmemiş olmasının gezegenimize bakıp “meh” demiş olabileceklerinden kaynaklandığını söylemiş – zeki yaşam formları yok burada, yorulmayalım demişler. Filmdeki yabancı tür ise, buralara kadar zahmet ediyor, 12 ayrı yere (12 sayısının seçimi tesadüf değildir. Numerolojide bireysellik, yaratıcılık, iyimserlik, ilham, keşif ve işbirliğini işaret ediyormuş mesela. Bilgelerin takvimi yahut günün akışını 12 periyoda bölmesinin tesadüf olmayışı gibi. 12, kozmik düzenin, uzay ve zamanın ve Doğu’daki 12’şer yıllık döngülerin de sayısıymış. 12 evreyi tamamlayan ruhların de yeniden doğduğuna, yani reenkarne olduğuna inananlar var. Bir de buradan bakalım diyen olursa) inip bizlere bir armağan, bir Pandora’nın Kutusu, bir silah ve araç ve kim bilir başka neler olacak simgeler evreni bırakıp gidiyor. Belki biraz değişiriz diye. Ve tüm bunlar olurken dünyanın çeşitli noktalarından 12 otorite figürü sırayla işbirliğine kapıları, aksine serzenişleri görmezden gelerek, kapatıyor. Film, sonunu da “savaş sadece dullar ve yetimler yaratır” diye bağlıyor-kendince ve iyi niyetle verdiği naif barış ve birliktelik mesajını biz aldık, kabul ettik. Alması gerekenler elbette dilden, dilbilimden, iletişimden anladığı bizimkinden farklı olan, beklentileri ve etkileşimleri çok farklı şekillenen, elbette bizim evimizde huzurla oturabilelim kalenderliğimizden çok başka kaygıları olanlar. Bizi duyamazlar.

Auster’la bitirelim tabii.


“Evet. Dil son tahlilde söylemeye çalıştığımız şeyi ifade eder. Ancak kelimelerimiz artık dünyaya karşılık gelmiyor. Her şey bütün haldeyken, kelimelerimizin onları tanımladığına inanırız. Ancak yavaş yavaş her şey parçalanır, kırılır, kaosa dönüşür. Kelimelerimiz ise aynı kalır. Bu yüzden de gördüklerimizden bahsetmeye çalıştığımız her sefer, yanlış bir şeyden bahsederiz, anlatmaya çalıştığımız şeyi bozarız. “Şemsiye” kelimesini düşünün mesela. Hem bir şeyi ifade eder, hem de bir işlevi vardır. Ya şesiye işlevini yerine getiremiyorsa? O zaman artık şemsiye değildir, başka bir şeye dönüşmüştür. Kelime ise aynı kalır. Bu yüzden de artık işaret ettiği şeyi ifade edemez”

Yorumlar