Konuşmaz istasyonlar



Trenli-istasyonlu şarkıları seviyorum. Trenleri de. Ama en çok istasyonları.

Ankara Garı'ndan Haydarpaşa'ya doğru tekerlekler raylarda tıkırdamaya başladığında, Sincan istasyonunu az geçe terk edilmiş sarı bir ev, bozkırın Eskişehir'e yaklaşırken değişen rengi, küçücük Maşukiye ve Sapanca istasyonları. İhtimal Fransız yapısı, Osmanlı'dan kalan bu küçük binaların kapıları, pencereleri, kim bilir kimleri karşılamış, uğurlamış, ayırmış ve kavuşturmuş peronlar. Bir de lojmalar. Yeşilköy'deki istasyonun lojmanları epey geniş bir alana yayılır. Tümü şimdi boş evler, kör pencereler. Erenköy istasyonunun kıyısında, şimdi uzun blokların arasında öyle şaşkın, kalakalmış kahverengi taş bina ise yanlışlıkla oraya bırakılıvermiş gibi. En fazla bir aile barındırıyor olmalı. Yine de, yalnız değildir bu insanlar, şehrin göbeğindeki istasyonlarda.

"Adem'in Trenleri"nde Manisa-Karaağaçlı'ya konuk olmuştuk. Kendine ait, kendi halinde küçük bir topluluktu onlar. Ege rehavetinde, küçük topluluk dinamikleriyle (dedikodularıyla, yaşlı kadın çözümleriyle falan evet) kendi halinde insan halleri.

Oysa bugün benim aklıma küçük bir istasyon düştü. TRT'nin "içinden tren geçen şehirler" diye bir belgeselinin bir bölümünde demiryolu görevlisinin küçük (tek göz müydü) evine konuk olmuştuk (Bozüyük müydü?). Karlı gecelerde, tren de o gece Bozüyük'te durmuyorsa eğer, kalemi elinde günlük tutan, ince bıyıklı bir adam kalmış aklımda. İstasyon, trenlerin taşıdıklarından payını almıyor. Ne kalabalık trenler duraklıyor bu istasyonda, ne yolcular uğruyor. Yolu düşmeyenin adını bile bilmediği bir yer belli ki.


Düşünsenize, pencerede kar, sobanın üzerinde çay, önünüzde bir masa, kağıt-kalem, hatta belki bir daktilo. Bu huzuru verebilecek kaç yer var küçük bir kasaba istasyonundan başka? 

Kuzey Denizi'ne bakan küçük kulübeler-bu kırmızı kapılı, gri galvaniz çatılı, yan yana evler, yazarlar sükun içinde yazabilsin diye. Bir ara onlarda yaşamak istiyordum. kulübenin önü dalgalar, arkası ise sık ormanlar ve dağlar.


Sonra Atlantik kıyısında küçük bir deniz fenerine vuruldum. Fener bekçisinin günlükleri gelip giden kuşları, yumurtalarını, yavruların gelişimini, kayalıkları ve dalgaları resimlediği defterler, karyolası ve kuzinesi.









Love is All Around'da Colin Firth'ün yazı yazmak için çekildiği göl kenarındaki kulübe belki.  
Anlaşılan benim bir yerlere kaçma vaktim gelmiş yine. Bu seferki biraz daha uzun olsa diyorum. Epey uzun. Eh, bana bu evlerden birini birini almakta ortak olacak varsa, el edin.





Yorumlar