Ne Okuyorum?

Tatil kitaplarımdan bahsetmiştim, Appassionata'dan ve The Olive Farm'dan. Bahsetmeyi atladığım noktalardan biri, kitap takası, yani "book-crossing" denen hadisenin kafe ya da otellerde işleyen hali. 

Bir otele gittiniz, lobide yahut dinlenme salonunda raflar dolusu kitap gördünüz. Bunlardan birini, yerine bir kitap bırakarak tabii ki, alabilirsiniz. Bir kafedesiniz, benzer bir raf gördünüz, aynı şekilde bir kitap bırakıp bir kitap alırsınız-kafelerde diğer seçenekten farklı olarak 1 TL ödeyip seçtiğiniz kitabı alabiliyorsunuz. Harika fikir. Hani hep orada durup da birilerinin frak etmesini bekleyen fikirler vardır ya, onlardan.

En büyük ganimetlerimden birini bu sayede bulmuştum. Chase the Wild Goose'un şömineli küçücük odasında A Lion Among Men'i gördüğümde yüzüme yayılan gülümsemeyi toparlamak biraz zor olmuştu. Buradan o ana şahitlik eden L. ve A'ya mahsus selam ederim. Barbarossa'dan bana kalan The Olive Farm'ı ise henüz bitirebildim-araya başka sayfalar girdi, onlardan da bir ara bahsederim. Eğer hayatın insanı ne kadar yorduğunu, hayatı düzene koymak için çok çabalamak gerektiğini ve bu çabalara yaşamak dediğimizi bir kere daha hatırlamak, bunu da zeytin ağaçları, sıcak hava, birkaç kadeh şarap eşliğinde yapmak istiyorsanız okuyun. İçerik olarak Under the Tuscan Sun'dan çok farklı bulduğumu söyleyemeyeceğim-Anglosakson ellerinden kopup Fransa yahut İtalya kırsalına, Akdeniz ikliminin rehavetine sığınmak yine. Ya da bizim kontekstimize uyarladığınızda Bodrum'a, Ayvalık'a falan yerleşmek, şarap yapmak ve organik gıda yetiştirmek. Şimdilik almayayım, ileride belki. Neyse, fena değil kitap, okuyacağınız kitaplar küçük bir dağ oluşturmaya başlamadıysa alınıp okunabilir.




The Olive Farm'la aramıza giren kitaplardan biri Özgürlük Hapishanesi oldu. Yine Ende, yine mükemmel. Tüm kitabın bir metafor olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Her bir öykü oldukça ince işlenmiş, yine temelde zaman ve bildiğimiz anlamda mekan kavramlarını sorguluyor ve sorular sorduruyor okurken sürekli. Okuyucuyu çalıştıran kitapları seviyorum. Okursanız, Behemoth imgesine dikkat. İki öyküyü çok tuttum-biri seçimler ve seçememek üzerine. Zaten kitaba adını veren öykü de bu. Seçim yapmanın aslında özgürleştirip özgürleştrmediğini, seçim yapmanın aslında insanın üzerine salınan bir illet olduğu ihtimalini metafizik kavamlar üzerinden sorguluyor. Diğeri ise hepimizin içindeki boşluğu biraz daha yoğun hisseden ve dolayısiyle hissizleşen birini anlatıyor: hayatında anlam ifade eden tek şeyi ararken kaybolan-anlamın kendisi haline gelen.
Şimdilerde elimde Zülfikar'ın Hükmü var. Yazarı Saygın Ersin. Kitaba arka kapaktan başlarım biliyorsunuz. Arka kapakta "fantastik dünyasının..." diye başlayan bir tanıtım var. "Ben böyle bir ifadeyle başlayan kitabı almazdım" dedim beni bu kitapla tanıştıran kuzenime. "Takıntılıyım. Ya 'fantazi kurgu dünyası' denir ya da 'fantastik kurgunun', bu ne..." Kitabın ne muhteşem olduğundan dem vurup sonunda yeni bir kopyasını hediye etti bana (evet ailece kitaplarımız kıymetlidir, kimseye vermeyiz). İyi ki de etmiş. Dili çok akıcı, Türkçe'si son derece düzgün, kurgu harika, alt-metinlerdi, çerçeve öyküydü, tutarlılıktı derken kitabı gerçekten beğendiğimi söylemek isterim. Uzun zamandır okuduğum en güzel kitaplardan. Orkun Uçar, kitabın yazarı Saygın Ersin için "...Saygın Ersin'i Türkiye'nin Dan Brown'u olarak sunmak edebiyat açısından belki ona layık olmaz ama hak etmesi gereken ilgi açısından doğru bir tespit olur" demiş. +1. Haklı. Ama "hak etmesi gereken ilgi" ne demek o kısmı biraz açarsak =)

Son olarak yine geçen hafta The Olive Farm'la aramıza giren Septimus Heap'den bahsetmek istiyorum. Büyü isimli kitap, Angie Sage'in bu serisinin ilk kitabı. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, semboller pek çok yeni fantastik kurgu eseri gibi bu serinin de merkezinde. Bu tavrı artık azdan fazla ticari buluyor ve hoşlanmıyorum-çoksatan ne varsa oradan-buradan biraz kırpıştırıp harmanlayıp okura sunmak oldu bu aralar fantazi edebiyatı. Neyse, bu dizinin de diğerlerinden çok farklı olduğunu söyleyemeyeceğim. Yine yukarda adı geçen kuzen devam kitaplarını da okumuş-benden çok farklı düşünmemiş, dolayısiyle ben Septimus Heap'i bırakıp yeni serilere yelken açacağım. Unutmadan, bu kitapla ilgili ilginç bir detay daha aktarayım. Çeviri metinlerde ağırlıkta kabahati çevirmene değil editöre bulmaya mailim. Çevirmenin gözünden kaçabiliyor neticede pek çok şey, çünkü metin onun elinden akıyor, editörsüz çeviri yapanlar bilir. Ancak editörün hataları bu kitabı okurken ciddi ölçüde keyif kaçırıyordu. Menderese medrese denmesi gibi hatalar vardı mesela, hoppala! dedirten (bunu ekşi'de yazsak formattan uçmuştu bu kısım "dedirten ileti" diye :p).

Neyse, şimdilik bu kadar. Akabinde Yedi Kartal Efsanesi'nin ikinci kitabını okumayı planlıyorum. Erbain Fırtınası yorumunda görüşmek üzere.

Yorumlar