Etap 2-Kaş


Çıralı-Kaş yolu epey virajlı. Üçümüzün de şarkısı farklı bu yaz, ama fonda aynı ses. Sırayla dinleniyor CD'deki 8, 11 ve 13. parçalar. Üçümüzün de içinde yarım kalan bir şeyler olduğunu düşünüyorum-ve o güzel ses hepimizi anlatıyor sırayla. Yolun kalanını Ende'in Momo'suyla geçiriyorum, aklımda yer eden satırlar sedece bir kişi için anlatılan öykülerden ve zamandan bahsediyor:

"Gündelik yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana bir ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı-uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir."

Yolda Demre'ye, Aziz Nicholas kilisesine uğruyoruz. Mum yakmak yasak. İçinizden tutun dileklerinizi. Yapı oldukça etkileyici, avlu hala hayatta gibi. Çan kulesi yakın zamanda restorasyon görmüş, belli ama kuleye çıkan merdivenlere nedense duvar örülmüş. Kule yüksek değil oysa ki, tehlike arz etmiyor... Tekrar yola koyuluyoruz, Ende yine başlıyor anlatmaya, Maguire'a benzetiyorum ahir zaman ve beşerle derdini.

Başımı kaldırıp "Kaş" tabelasını görüyorum. Yaklaşıyoruz. Yine sabırsızım Kaş'a ulaşmak için ama bu defa Çukurbağ'da konaklayacağız. İki yıl önce övgüsünü duyduğum ama Kaş'ın merkezine uzak olduğundan o zaman fırsatı kaçırdığım Barbarossa'da kalıyoruz.




Odaya girer girmez önce manzara kalbimi çeliyor, sonra da deniz, aklımı. Güneş batıyor, bir yerlerden Freddie'nin sesi geliyor: "But life still goes on..." Deniz için sabahı beklemek zorundayım, bana göre son derece rasyonel sebepleri olan köpek balığı fobim malum, gece denize girmek mi? Asla!

Gerçek ve hissedilen sıcaklık arasındaki fark ne zaman bu kadar arttı bilmiyorum-saat sabahın 9'u ama güneş o saatte bile yüksek sesle ben buradayım diyor. Tabii bu D. için sorun teşkil etmiyor, ama E. ve ben büyük şemsiyelerle duygusal bir bağ geliştiriyoruz. Deniz muhteşem. Plaj mavi bayraklı, su pırıl pırıl. Etrafımızdaki balık sürüleri inanılmaz. Sürü dediysem, öyle kocaman balıklar falan değil-Singapur'dan ithal edildiğine inandığımız guramiler, zebralar... Aylardır mutluluğumu ve gülümsememi çalan her türlü sıkıntıyı unutuyorum. Huzur böyle bir şey işte, elle tutulabilen, rengi ve hatta ışıltısı olan. Bu küçük balıklarla beslenen daha büyük balıklar fikri ile kendi kendimin huzurunu hemen bozabiliyorum, bu inanılmaz yeteneğim beni bile şaşırtıyor =)

Buradaki liste başımız ekşi elmalı semizotu salatası. O sıcakta son derece hafif ve ferahlatıcı bir lezzet bu, üstelik sürprizli de. Yemekler harika, tarifler "sır" tabii ki. Kahvaltıda Barbarossa'nın o çok sözü edilen taş fırınından ne var diye soruyoruz, ve ustanın babasını kaybettiğini, bu nedenle de taş fırının birkaç gün çalışmayacağını öğreniyoruz (Tekrar başı sağolsun).

Öğlen, tembellik saatlerinde, şezlongu bir zahmet terk edip hareket ediyoruz. Önce niyetimiz tavla oynamak, ama bir de bakıyoruz ki, olmazsa olmaz bir Türk tatil geleneği, okey var. Hemen bir 3. ve 4 arayışına giriyoruz. Dünya çok küçük-bize 3 ve 4. olan çift Aqua Dolphin 2'de, S.'nin oturduğu sitede yaşıyor, anneleri bizim evin sokağının köşesinde! İlerleyen saatlerde, otelin yavru kedilerinden biri E.'ye bir hediye vermeye karar veriyor: yakaladığı fareyi ayaklarının dibine bırakarak!

Öğleden sonra yine deniz. Benim bulunduğum yerlerde ilginç şeyler olur hep, malum. Gerçekleşme ihtimali küçücük de olsa var olan şeyler gerçekleşir: yol bilmeyen ve tercihen dil de bilmeyenler bana yol sorar, köyün delisi gelip beni bulur, her gittiğim yerde mutlaka sesinin yüksekliğini sınamak isteyen çocuklar vardır. Bu tatilde, ilginçtir, bunlardan pek fazla yaşamadık. Her ne kadar D. tatil süresinde muhtelif kereler canına kastettiğimi söylese de, külliyen yalan. Hepsi kaza. Hepsinin su içerisinde cereyan etmesi de tamamen tesadüf. Yine de her sefer kahkahalara boğulmamıza engel değil.  Odada, tam hiç tuhaflık olmadı ama bu kazalar da epey güldürdü bizi onların yerine...diye konuşurken denizden gelen sesle bir aydınlanma anı yaşıyoruz: "yooksuuuğn seeeğn aslındaaağ"... ?!?nasıl yani? Şarkıyı söyleyen sanki odanın içinde söylüyor: "neleeer neler yapıyorsuuuğn bensizkeen Ankara'daaağğ..." Ankara'da yapılacak şeyler sınırlı aslında, o kadar bağıracak bir şey yok. Her şey o kadar net duyuluyor ki, tüm eğlencemiz muhteşem akustik sayesinde aslında canlı yayın halinde! Baş rollerde D., C. ve E., otele -ve komşu otellere-temaşa sergilemekteyiz! Sonraki günler el freni oluyor bu durum bize: "Şşşt...Ankara efekti!" 


Sonraki gün kanoyla açılıyoruz D. ile ve suyun dibi lacivert. Aklım gidiyor tabii kanonun altından gelen tıkırtıları duyunca, aklımda hep saldırmadan önce burnuyla vuran/yoklayan köpekbalığı temalı belgeseller. Kendimi aşıyorum yine, asıl küreklere, suyun altını düşünme. Şener Şen'in "İzci üşümez. İzci ateşi hissetmez..."leri gibi, bir yandan kendime telkinlerde bulunuyorum, bir yandan da D.'nin elini-ayağını suya sokmasını engellemeye çalışıyorum ve düşünüyorum "Ne yapıyorduk-burnuna vuruyorduk köpek balığını caydırmak için. Kürekle vursak..." Neyse ki yorulup dönüyoruz bir süre sonra. Suyun dibi göründükten sonra, kano yapılabilecek en keyifli şeylerden ama, bunu belirtmeliyim.

Kaş'a sadece bir akşam indik. Açıklıyorum: Kaş benim için bitmiştir. Meydan granit kaplanmış, kol kola yürüyen yağız yurdum delikanlıları, ellerinde çekirdek, kabuğunu "tüüü" diye tüküren abiler ve ablalar, insanın üstüne üstüne gelen bir kalabalık. Müzik dinlemek istiyoruz, bir heves Sun'a koşuyorum-yerinde yeller esiyor. Yıllardır Sun'da çıkan grubun küçük bir kısmı yandaki mekanda, ama o kadar kalabalık ki, üstelik bir de canlı Dünya Kupası yayını var, uzun süre oturamıyoruz. Echo'yu arıyorum-taşınmış. Son çare, kahve içmek istiyoruz her zamanki yerde ama geç kalmışız, kapalı. BarCelona'da maç yayını var, oturulacak gibi değil. Sevim Abla'ya uğramak istiyorum-yokmuş o akşam. Ağlamaklıyım.

Hani yıllardır gazete-dergi aldığınız bayi kapanır, bir sabah gidip kalakalırsınız, hep kullandığınız yolun trafik akış yönü değişir, yadırgarsınız, çocukluğunuzun geçtiği eve gidersiniz ama orada başkaları oturmaktadır üstelik evin rengini de değiştirmişlerdir, garipsersiniz, komşunuz taşınır ama yerine gelen insanlar bir türlü onlar gibi olmaz. Kaş da öyle, merkez artık bitmiş. Çukurbağ şimdilik çok sakin ve güzel, hala öyleyken gidin ve görün derim-kano gezintisi gösterdi ki sahil boyunca yapılaşma muazzam boyutta, üstelik marina inşaatı da devam ediyor, bu da demek oluyor ki bir süre sonra bu güzellikten eser kalmayacak, yamaçlar otellerle, kıyı da yelken direkleri ile kapanacak.

Otelden ayrılıp, yolda Myra'ya uğruyoruz, çok iyi korunmuş (kendi kendini çok iyi korumuş) bir antik tiyatrosu var. Sahnede düşünüyoruz kendimizi, karşımızda 1000 kişi, şehrin ileri gelenleri en önde, kim bilir ne hikayeler anlatıyoruz kalabalığa, boyalı basınsız, internetsiz, televizyonsuz, karbon emisyonsuz, geri dönüşümsüz, yönetişimsiz, mesainin düşünerek ve konuşarak doldurulduğu 2000 yıl önceki daha gerçek dünyada...

Yola devam. Bir tabuyu daha yıkıp Momo'yu yanımda İstanbul'a getireceğim-plaj kitabı olmuş, epeyce ıslanmış, hırpalanmış, bu hale gelmiş kitap okunduktan sonra kütüphaneme giremez normal koşullarda ama o kadar sevdim ki, benimle kalıyor. Elimdeki yeni kitabın adı Olive Farm. İlk sahibi olan İtalyan ailenin "Appassionata" adını verdiği topraklar. Kitap Cannes kırsalında geçiyor, pencereden geçen manzaraysa Kaş-Fethiye karayolu. 13. şarkı yine olanca sesiyle dolduruyor havayı, dileği yine aynı.

Sonraki etap: Ölüdeniz-Dalyan

Yorumlar