LOST & FOUND

Hayatınızda duyabileceğiniz en klişe, en sıkıcı, en statik ve en kısıtlayıcı sorulardan biridir “ıssız bir adada kalsan…” sorusu. Bizim konumuz pek de ıssız olmayan tropik bir adada kalakalan insanlar.

Televizyonun karşısında geçince izleyecek çok fazla şey bulamıyorum, çünkü ekran özensiz, zekadan yoksun, ucuz, tam aptal kutusuna yaraşır programlarla dolu. Türk kanallarını artık tamamen hayatımdan çıkardım (kesin çok üzüldüler, gazete ilanı verirler bugün-yarın) … Doğu/Güneydoğu, Karadeniz ve mafya olmasa Türkiye’de dizi çekilemeyecek. Hele kanalların reklam terbiyesizliği, iyice çileden çıkarıyor. Reklam kuşağu nerede bitiyor nerede başlıyor belli değil, üstüne üstlük dizinin orta yerinde, zırıl zırıl ağlayan karakterin yüzünün orta yerinde “… tavukları” , “…benzin/banka kartı/gofret” reklamları, alttan geçmesi zorunluymuş gibi “flaaaşşşş flaaaşş flaaaşşşş ŞOOK ŞOOK ŞOOOK !!! A.B. dün C.D. ile basıldıııı… AAAZZZZ sonraaaa” çığırtkanlığı da ekranın ortasına kadar yer kaplayıp yayınlanan şeyi izlemeyi zorlaştırıyor. Tabii bunlar taktik de olabilir : içeriksiz yayını reklamla sabote edelim ki bu paçavrayı izleyen üstün zekalı seyirci ne izlediğini büsbütün şaşırsın…”

Bu kadar çapsızlığın ortasında televizyon sektörünü ve izleyiciyi (bireyi) bizim Bollywood kanallarımızın tersine ciddiye alan şirketler ve kanallar da var. Senaryosu çalıntı olmayan, izlerken yapay duygular pompalamaya çalışamayan, oyuncuları zorla oraya getirilmiş gibi durmayan yapımlar çıkabiliyor ortaya pekala.

NBC, ABC, CBS, Warner Bros gibi dünya hitleri fabikası kanal ve şirketlerin Francis Ford Coppola ve Steven Spielberg gibi ustalarla, J.J. Abrams gibi iş adamları ve Marta Kaufmann, David Crane gibi rating dehası/izleyici avcısı yenilerle ortaya çıkardığı pahalı kaliteli yapımlar yanında mütavzı bütçeli ve en az pahalı yapımlar kadar kaliteli programlar da var.

Bu günlerde bu yayınlardan biri, çoğunuz gibi benim hayatıma da girdi. Televizyonun bunu yapmasına izin vermemek gerek, ama bu dizi, itiraf ediyorum, beni DE bir bağımlı yaptı. Ondan “serial drama” diye söz ediliyor. Çok doğru. Dokunduğunu bir daha bırakmıyor çünkü. Dizinin adı LOST. Konusu bir adaya düşen bir uçak, sağ kalan kazazedeler, ve adada başlarından geçenler (pişmiş tavuktan hallice). 2005 Emmy ödülünü alan LOST, Touchstone (Karaib Korsanları) – Bad Robot (Alias) – Grass Skirt (Hawaii merkezli bir şirket) ortak yapımı. Üşenmeyip saydım, bu güne kadar yayınlanan bölümlerde 83 kişi irili ufaklı rolerle dizide yer almış. LOST, Hawaii’de çekiliyor. Oyuncuların yerinde olmak isterdim gerçekten, “İşim aynı zamanda tatilim, ve tatil yapmak için binlerce dolar alıyorum…”


Hayatınızda duyabileceğiniz en klişe, en sıkıcı, en statik ve en kısıtlayıcı sorulardan biridir “ıssız bir adada kalsan…” sorusu. Bizim konumuz pek de ıssız olmayan tropik bir adada kalakalan insanlar. Yanlarında ihtiyaç duyabilecekleri pek çok kara gün dostu var : onlar kollektif bilinçaltlarındaki avlanma kavramını “hatırlayana” kadar yetecek yiyecek, bıçak, kelepçe, tabanca, bir doktor… Ah tabii bir kaçak, bir dolandırıcı, akıl hastanesinde bir süre kalmış birileri, bir eski Irak ordusu istihbarat subayı, her derde deva bir herşeyibilen, kutup ayıları, durduk yerde canlı canlı ortaya çıkıveren ölü omurga cerrahları ve siyah atlar, bir eroinman, bir bebek, bir köpek… kibrit, battaniye, ilaç da var. Hatta yalan ve dolan ve entrika ve ego, hem de bol rekabet soslu…

Dizinin temel karakterlerini, olay örgüsünü bilmeyen kalmadı artık herhalde, o yüzden başka bir gezegende yaşayıp “bilmiyorum n’olacak?” diyenler için bir özet künye geçip sadede geleceğim.

Pilot bölümü 22 Eylül 2004’te ABD’de yayınlanan bu diziyle, LOST’la bizle Digiturk’te henüz birkaç ay evvel tanıştık. 2. sezonun bir yerlerinde kaldı Digiturk, ama bağımlılar internet üzerinden yeni bölümleri indirip paylaşmaya ve bağımlılığı yaymaya devam etti. 2006 Ekim’inde ABC’de 3 sezon başladı, ve zeki bir hamleyle ABC, tutulan pek çok diziye uygulandığı gibi, 3. sezonun 5. bölümünde bir “peak” yaratıp diziye ara verdi – tıpkı bir bağımlının elinden alışkanlığını alır gibi. 3. sezonun 16 yeni bölümü, Şubat ayında ekranlarda.

Özet künye dedim ama tümü değilse bile ana karakterlerin (benim başarılı/iyi işlenmiş bulduklarımın) bir envanterini çıkarmak istiyorum, sonrasında yapacağım yorumların daha net anlaşılması için gerekebilir (korkmayın sizi tanımıyorum, o yüzden de bulamam, yani sınav yok ? ).

Her şey, Oceanic havayollarına ait 815 sefer sayılı uçağın Pasifik’te, haritalarda yer almayan dir adaya çakılmasıyla başlar. Kazazedelerin tümü için (ölmeyenler tabii ki) uçağın düşüşü bir kurtuluştur. Ada, her birine yeni hayatlar ve geçmişlerinden kurtulmayı vadetmektedir ve evet, her birinin geçmişinde kurtulmayı isteyeceği bir şeyler vardır.

Digiturk DiziMax’te daha evvel yayınlanan Party of Five’da Salinger familyasının büyük ve en sorunlu evladı Charlie’yi canlandıran, “got milk?” kampanyasından hatırlayabileceğiniz Matthew Fox, dizinin nirengi noktası. Bütün ada ahalisi her konuda onun gözünün içine bakıyor. Her sorun için bir çözümü var, herkesi düşünüyor, bencillikten ve asabiyetten eser yok, gayet yakışıklı, hem de doktor. Ev kızları için bulunmaz koca adayı. Ama –eski- karısı Jack’ten ayrılmak istediğinde “you’ll always need something to fix” diyor. İşte Jack’in en büyük kusuru da bu: babasıyla be hayatıyla olan sorunlarını ilgilenilecek, düzeltilecek birşeyler yaratarak kapatmaya çalışmak ve kendini bu duruma iyice kaptırmak. Soyadı Shephard, yani Çoban. Adadakilere liderlik etmek ve sonunda adadan kurtarmakla sanki görevlendirilmiş, zaten 1. sezonun son bölümlerinin adı Exodus. Dizinin içinde bunun gibi başka semboller, İncil’e, dini ögelere, mitolojiye, felsefeye, numerolojiye onlarca gönderme var, yeri geldikçe birlikte göreceğiz. (Bu yüzden LOST sıradan izleyiciye göre değil pek. Araştırmaya zorluyor, zekanızı biraz zorlamanızı istiyor. )

İnsan hakları savunucusu iken keşfedilen Evangeline Lilly, üvey babası içindeyken bir evi havaya uçurmak, banka soymak, yaralama ve dizinin devamında devamının gelmesinden endişe ettiğim suçlardan aranan, Avustralya’da yakalanıp tutuklanan Kate Austen’i canlandırıyor. İnternette yüzde 99.9’unu genç kızların oluşturduğu sitelerde olmayan Jack ve Kate aşkı için methiyeler düzülürken Kate, Sawyer’ı seçerek (tutsaklık kaderini paylaştıkları için olsa gerek) bütün o kızcağızların dünyalarını yıktı. Kate’in hook line’ı, yani baba cümlesi “Live Together Die Alone”.

Kate’in aksine, “every man for himself”i kendine ilke edinen Sawyer, gerçek dünyadaki adıyla Josh Holloway, adadan önceki hayatında profesyonel bir dolandırıcı. Adada ise düşen uçaktan çıkarılan ilaç, silah ve bilumum mühimmatı saklayıp şantaj ve değiş-tokuş aracı olarak kullanıp herkesin öfkesini çekmekte gayet başarılı. Jack efendiliğini bozmayadursun, Kate’e sıkça “birbirimize benziyoruz biz” diye diye sonunda kızı Sawyer kaptı.

John Locke (Terry O’Quinn), kazadan önceki 3 yıl yürüme engelli. Öksüz ve yetim büyüyen Locke’u bir gün işyerinde bulan tuhaf kadın ona annesi olduğunu söyler, Locke da babasını arayıp bulur. Babası böbreğini çalar, Locke’u da ortada bırakır. Türk filmi gibi bir açıklama oldu ama böyle işte… Adada mucizevi biçimde yeniden yürüyen John, adaya bir sebep için “getirildiklerine” inanmaktadır. Günlerce o sebebi arar, sonunda da “kapak”ı bulur.

Naveen Andrews tarafından canlandırılan Sayid Jarrah karakteri, kaza öncesinde Irak’lı bir cumhuriyet muhafızıdır, görevi ise insanlardan vermeye gönüllü olmasalar da bilgi almaktır. Sawyer üzerinde bu becerisini dener. Shannon’a aşık olur, ama Ana Lucia Shannon’u vurur ve Sayid’i rehin alır. Gerekçesi Sayid’in kendisini öldürmeye çalışacağıdır, ama Sayid “ikimiz de zaten ölü deği miyiz?” der, ne laf ama…

Oğlu Walt’un velayetini yıllar önce annesine vermek zorunda kalan Michael (Harrold Perrineau Jr.), adadan çıkış için bir sal inşa eder. Walt ilk Salı yakar, Michael yılmaz ikincisini yapar. Denize açılırlar ama Walt “diğerleri” tarafından kaçırılır. Walt’u bulmak için yollara düşen Michael’ın zihni sonunda bulanır ve elini kana bular. Bu noktadan sonra tarafımızdan “hain” damgası yer, çünkü Kate, Sawyer, Jack ve Hurley’i kandırır, elleriye doğruca “diğerleri”ne teslim eder, onları kaderlerine terk eder ve Walt’u da alıp denize açılır.

Walt’u Malcolm David Kelley canlandırıyor. Tüm oyuncular gibi bu ufaklık da oldukça yetenekli. Walt, avukat annesi ve annesinin sevgilisiyle yaşar, Michael’ı yıllarca hiç görmez, annesi de Michael’ın mektuplarını Walt’a vermez. Annesinin sevgilisi Walt’dan ürkmektedir aslında, çünkü Walt etraftayken tuhaf şeyler olur-ödevine konu olan kuşları “gereksiz” bulduğunu söyler, o anda da bir kuş evin penceresine “kamikaze” yapar. Annesi ölür, Walt babasına iade edilir. Adadan kurtulmak için yapılan saldan kaçırılan Walt, “diğerleri” için çok önemlidir, onda özel yetenekler olduğunu düşünüp testlere tabi tutarlar.

Hurley’e ait olup kaza sonrası Walt’un elinde sıkça görülen, daha sonra her daim dengesiz Michael tarafından yakılan İspanyolca çizgi roman, aslında tuhaf şekilde adaya ait ipuçları barındırmaktadır.

Hugo “Hurley” Reyes (Jorge Garcia), akıl hastanesinde sürekli aynı rakamları tekrarlayan, vaktiyle hayatı o sayılar yüzünden kararan ve connect four oynayıp duran adamdan etkilenip 4-8-15-16-23-48 sayılarıyla loto oynar, ve kazanır. Kazanmasıyla şanssızlıklar başlar. Büyükbabası ölür, yeni aldığı ev yanar, annesi bileğini kırar, bir partide çıktığı balkon çöker ve iki kişi ölür… İki bölümde bir “the numbers are bad, dude” demesi bu yüzden.

Kurtulanlar arasında Kore’li bir çift var. Jin (Deniel Dae Kim) ve Sun (Yoon-Jin Kim). Sun zengin kızı, Jin ise fakir çocuk. Sun’un babası Jin’e kızını verir ama onu yanında çalışmaya zorlar. Sun ise babasının kirli işlerine koşturmaktan kendine vakit ayırmayan Jin’i aldatır. Dizinin ilerleyen bölümlerinde Sun’un bebek beklediğini öğreniriz ama heyhat, aslında Jin tıbben çocuk sahibi olamayacaktır, durum bir mucize mi yoksa bir “bunu kan temizlerrr” midir? Uçak kazası aslında ikisi için de gerçek anlamda özgürlüklerine kavuşmaktır.

Adadaki insanların hayatları bir şekilde kazadan önce birbirine dokunan hayatlar. Bir dönem Libby’nin kaldığı akıl hastanesinde aynı dönemde Hurley de kalmıştır. Yine aynı Libby, ölen kocasına ait yatı sevgilisi için yat yarışına katılmak isteyen Desmond’a verir. Bunun gibi pek çok karşılaşma, bu karşılaşmaların tesadüfi değil kontrollü olduğunu düşündürüyor. Sabredin, açıklayacağım.

Dünya yelken yarışlarına katılmışken adaya sürüklenip orada kalan Desmond, ilerleyen bölümlerle geleceği görmeye başlıyor. Bunun, manyetik alanın etkisine maruz kalmasının sonucu olduğu yönünde bir teori var. Adadaki bu manyetik alan, yürüyemeyen Locke ve kanser hastası Rose’u (Scott Caldwell) mucizevi biçimde iyileştiriyor.

Rose, kaza gününden sonra hep bekliyor. Kocasının aynı uçakta olduğunu söylüyor, Bernard. Bernard’ın kazadan sağ kurtulduğuna ve yaşadığına derinden inanıyor. Ve bekliyor. Jack, iyimserlikle hayalperestlik arasındaki ayrımdan bahsetse de Bernard gerçekten adanın diğer tarafına çakılan kuyruk kısmından sapasağlam çıkıp geliyor.

Yüzüklerin Efendisi’nden tanıdığımız Dominic Monaghan’ı, ki kendisi şu aralar Evangeline Lilly ile beraber, eski bir rock yıldızı (sayılır) ve bir eroin bağımlısı olan Charlie rolünde izliyoruz. Adada Locke’un zorlamasıyla eroini bırakır, Claire (Emilie de Ravin) ve bebeğini aile olarak benimser ama bu sorumsuz adama kimseler güvenememektedir. Claire ise bebeğin babası kendisini terk edince bebeği evlatlık vermek ister. Bir falcı, bebeğe mutlaka kendisinin bakması konusunda onu uyarır, yoksa çok kötü sonuçları olabilecektir. Bir şekilde falcı Claire’i bebeği ABD’de bir aileye vermesi için ikna edip uçağa bindirir, aslında aile falan yoktur ortada.

Yugoslav asıllı Mia Furlan, Danielle Rousseau’yu canlandırıyor. Ada açıklarında 15 yıl önce bir gemi karaya oturur. İçindekiler karaya çıkar, o sırada Danielle hamiledir. Bebeği Alex doğduktan sonra kaçırılır, diğer kazazedeler ise esrarengiz bir hastalığa yakalanır ve Danielle onları vurmak zorunda kalır. Yeri gelmişken belirteyim, adaya çok uzun zaman önce konuk olan bir başka gemi daha var, “The Black Rock” isimli köle ticareti gemisi.

Adadakilerin hayatlarını derinden etkileyen başka kazazedeler de var, Boone (Ian Somerhalder), Shannon (Maggie Grace), Mr. Eko (Adewale Akinnuoye-Agbaje), Ana Lucia Cortez (Michele Rodriguez), Libby (Cynthia Watros). Boone, adanın sırlarını çözmek için gereken “kurban”dır Locke’a göre. Üvey kızkardeşi Shannon, Walt merkezli ölümlerden ilkidir. Ormanda Walt’u gördüğünü sanıp peşine düşer ama onu “diğerleri”nden bir sanan Ana Lucia tarafından kazara vurulur. Walt’u kurtarmayı saplantı haline getiren Michael, bu yüzden Ana Lucia ve Libby’i vurur. Mr. Eko ise meş’um siyah sis tarafından öldürülür. Dizinin ilerleyen bölümlerinde rol almayacakları ve DVD alıp izlemezseniz zaten hiç görmeyeceğiniz karakterler olduklarından kendileri hakkında detay vermedim. Detay olmadığından değil yani ?

Ada sadece kazazedelerin kamplarından ibaret değil. Diğerleri denen grup adaya bizimkilerden çok önde yerleşmiş. İlk karşılaşmada Mr. Friendly’nin Jack’e “burası sizin adanız değil bizim adamız. Biz izin verdiğimiz için burada yaşayabiliyorsunuz.” demesi, diğerlerinin mantığını açıklar sanırım. Diğerleri’nden ilk ele geçenler ölüdür. En son ele geçen ise, adaya paraşütüyle düşen Henry Gale’in kimliğine bürünen Benjamin Linus (Ben)’dir. Michael Emerson’un hayat verdiği tuhaf karakter Ben, adada doğmuş ve büyümüştür, görünüşe göre komünün lideridir. Bizimkilere uzun süre inandırıcı yalanlar söylemiş, John ve Jack’i psikolojik liderlik için neredeyse birbirine düşürmüştür. Michael sayesinde diğerlerinin eline geçenlerden biri olan Jack, aynı taktiği Ben ve Juliet (Elizabeth Mitchell) üzerinde kullanır.

Cindy isimli hostes ise, ilk bölümde gövde enkazından kurtulanlar arasındayken, “the other 48 days” ve sonraki bölümde kuyruk kısmı kazazedelerinden biri olarak görülüyor, sonra da yok oluyor, ki bu sanırım onun da Ethan ya da Goodwin gibi bir “diğerleri” casusu olduğu anlamına geliyor.

Dizinin 3. sezonunda Nikki (Kiele Sanchez) ve Paulo’yu (Rodrigo Santoro) görmeye başlıyoruz. (Adada 40 küsur kazazede var, birileri öldükçe diğerleri orta alana dahil oluyor. Bu silik kazazedelerin tümü de Jack-Kate-Hurley-vb’nin oluşturduğu “halka” ya dahil olamamaktan yakınıp duruyor.)

Sürekli basılıp duran bir de “execute” tuşu var ki onun da dizideki rolü gayet hayati. basmayı unutur ya da geç basarsanız Oceanic 815 gibi bir uçağın adaya çakılmasına sebep oluyorsunuz. Bkz., Desmond ne diyor? “I think I crushed your plane, brotha…” Tuşa tıklamazsanız manyetik alanın fazla büyümesinden dolayı uçaklar çakılıyor, bir nevi Bermuda. 4-8-15-16-23-42 rakamlarının toplamı da 108 ediyor, ve bu tuşa 108 dakikada bir tıklamak gerekiyor…

Gelelim dizinin mantığına, benim (ve bazı başka insan evlatlarının) teorilerine…

Şu 108 dakika ve manyetik alanla ilgili bana çok mantıklı gelen bir tane var: Dünyanın etrafında 108 dakikada bir tur atan bir uydu var. Adanın üzerine geldiğinde tuşa basarak bir kalkan oluşturup adanın uydu tarafından fark edilmesini engelliyor. Dünyanın sonu demek, Dharma’nın dünyanın geri kalanı tarafından fark edilmesi demek.

Nedir bu Dharma? Alvar Hanso tarafından 70’lerin sonunda kurulan bir araştırma vakfı bu. 70’lerin akışına uyup “peace flowers and happiness” mottosunu benimseyen vakfın amacı, bütün insanlığa barış getirmek (kimin değil ki?). Bir ütopyaya ulaşmak için dünyanın gözlerinden uzakta bir adada kurulan komün, “iyi” insanlardan oluşuyor sözde. “İyi” ye ulaşmak için çabalıyorlar kendilerince, kazazedelerden “iyi” olanları ve “iyi” olarak yetiştirilebilecek olanları yani çocukları kaçırıp komüne götürüyorlar. Komünde yıllar önce kurulan pek çok birim var. Bir hayvanat bahçesi var örneğin. Tropik adada görülen kutup ayıları, Dharma sisteminin geçmişte aldığı bir darbeyle sarsılması esnasında kaçan ayılar. Kate ve Sawyer’in kapatıldığı kafesler başka ayılara ait, söz konusu ayıların zekaları da test ediliyor, ve Sawyer’dan daha kısa sürede yiyecek bulmanın sırrını keşfettiklerini öğreniyoruz ?

Yer altı odasında pek çok şeyin yanında bir de “eğitim” kaseti var. Dharma’nın “eğitim” dediği şey ise, 6 istasyondan en az birinde uyguladığı psikolojik deneyler. Deney ve kontrol grubu olanlardan bir kısmı hiçbir şeyin farkında değil, bir kısmı kendini kontrol grubu zannediyor, oysa düzenli biçimde rapor verip vermeyecekleri gözleniyor oysa o raporlar hiçbir zaman okunmuyor. Bizim gördüğümüz ilk yer altı odasındaki işleme ise deney demek doğru mu bilmiyorum. Buradaki insanlar o tuşa basması gereken insanlar, ama tuşa neden basmaları gerektiğini bilmiyorlar ve bunun çelişkisini sürekli yaşıyorlar. Tüm bu karmaşık sistem 70’lerden 2000’lere gelene kadar tabii ki sekteye uğruyor ve mahkum-gardiyan deneyindeki gibi (bence) sonuçlar doğuruyor. Örneğin “biz iyi adamlarız” diyen Ben ve tayfası Kate ve Sawyer’ı bir zamanlar ayıların yaşadığı kafeslere kapatıyor, köe gibi çalıştırıyor ve dayanıklılık sınırlarını ölçüyor. Bu arada, Ben, Sawyer’a bir “ikinci” ada gösteriyor : kurtuluş umudunu yok ediyor, kafesten kaçsalar dahi “eve” dönüş şanslarının olmadığını düşünmesini istiyor. İyi adamlar gerçekten…

İnternete bir ipucu gibi yerleştirilen www.thehansofoundation.org sitesine girip bakın. “…yöntemimiz yanlıştı, pek çok hayata maloldu. Amacımız ölmekte olan toprağa ve insanlara yeniden hayat getirmekti…” Bunu başka parçalarla birleştirin. Ve şimdi Ceren der ki: Hanso Vakfı, bir ütopya olarak yola çıktı. Sapma ve kırılma noktası ise, insan kopyalamasıydı. Dr. Moreau’nun adası gibi bir ucubeler diyarı değildi belki ama kopyalamanın faturası ağır oldu. Kopyalanan yedek (Bkz. The Island) insanlar, birer Truman Show gibi devamlı gözlem altında oldukları hayatlarına gönderildiler. Bu da sanırım Jack ile ilgili bu kadar bilginin nasıl olup da sayfa sayfa Juliet’in elinde bulunduğunu açıklar. İş çığırından çıkınca, bu kopyaları “eve” getirmek gerekti. Burada benim teorimde ister istemez bir boşluk oluşuyor, çok büyük bir cast&crew gerekiyor kopyaların tümünü aynı uçağa bindirecek tesadüfler zincirini yaratmak ve tümünü değilse de bir kısmını adaya sağ olarak geri getirmek için. Boşlukları doldurun ;) Bu aşamada iyi insan-kötü insan, insanın doğuştan gelen özellikleri mi hayatına hakimdir yoksa çevre faktörleri mi insanı şekillendirir gibi sorular gündeme geliyor, ki tartışması sayfalar ve saatler alacağından aklınızda birer parantez açıp bu konuyu geçiyorum.

The Lockdown bölümünde John’un yer altı odasının kapısında gördüğü işaretlerse başlıbaşına bir muamma. Locke bunlardan yola çıkarak kendine bir harita yapıyor, soru işaretini ve Nijerya’dan kalkıp adaya düşen uçağı buluyor, notlar, ama olası yıldız haritası ve diğer işaretli alan için bir açıklamam yok henüz. Her şeyi devletten beklemeyin, biraz da siz araştırın, sonucu bana söylersiniz.


Ve sayılar… Bir kere dizinin temel motifi, 4-8-15-16-23-48 sayıları. Olay örgüsünü oluşturduğu söylenen bu sayılara bu şekilde kafa yorulması benim ve bir çok diğer insanın aklına, rakamsal şifrelerle metin çözme uğraşını getiriyor. Örneğin Kabbala’nın okunma şekillerinden olan Gematria. Her bir sayının/ikilinin İncil’den ayetler olduğu ve şifrenin ayetlerde olduğu da iddialar arasında. “Eye of the Beholder” demiş Shakespeare, görmek isteyen her yerde her şeyi görebilir (Oğuz ?). Bir Kelime Bir İşlem yarışmasını hatırlayın…

LOST’un sayıları ile ilgili daha pek çok fikir ve düşünce var elbette. Mesela gövde kısmından 48 kişi kurtuluyor, kuyruktan 23. Bunun üzerine yazılmış sayfalarca yazı var. Bir başka düşünce de sonsuz bir döngü içindeki 911 dizimindeki rakamların toplanmasından yola çıkıyor. Rakamların dönüp duran bir radyo dalgası ile iletildiğini, zamanda ileri ya da geriye doğru işlem görmelerinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini savunuyor. Kuantum fiziği ya da ışık hızı ile ilgili bilgileri alt üst ederek yayılması, gönderilmeden önce kaynağına ulaştığı anlamına gelebilir, bu da ancak büyük bir elektomanyetik kuvvetle mümkündür diyor. Adadaki manyetik alan düşünülürse… Bunu da, Walt’un olmadık zamanlarda ortaya çıkıp tersten konuşması ile destekleyen birileri var, ama neden sürekli Shannon’a göründüğü konusu hala muamma. Aynı teorisyen, tüm bunların zamana müdahale demek olduğunu, kronolojiyle oynamanın Pandora’nın kutusunu açmaya benzediğini savunuyor, yani Hurley’nin “lanet” takıntısı gibi, insanın başına iş açabileceğini. Sayısalcılara inandırıcı gelebilir sanırım, ilgilenen olursa adı “quark teorisi”.



4.8.15.16.23.42.com sitesinde birilerinin çok emek verip hazırladığı listede sayıları tek tek inceleyecek olursak:

4:
Locke’un tekerlekli sandalyede geçirdiği yıllar
Kate’i yakalayan polisin çantasındaki silahlar
Boone’un giydiği t-sihrtün üzerindeki as’lar
Oceanic logosundaki halkalar
John’un anlattığı öyküde Mikalanj’ın Davut’u ortaya çıkardığı süre
Sam Toome’un (sayıların bir başka kurbanı, Hurley Avustralya2ya onun için gider) kendini öldürmesinin üzerinden geçen yıllar
Michael’ın teknesine aldığı insane sayısı
Diğer teknedeki insane sayısı
Black Rock’a giden ve kapağın açılışında orada olan insane sayısı
Boone’un “theresa falls up the stairs, theresa falls down the stairs” tekerlemesini tekrarlaması

8:
Uçak düştüğünde Claire 8 aylık hamileydi
Hurley’nin ayakkabı fabrikasındaki yangında ölenlerin sayısı
Jack ve kazazedeler kazadan 8 gün sonra mağaralara sığınır
Michael’in Walt’a mektup yazdığı yıllar
Michael’in geçirdiği araba kazasının üzerinden geçen süre
Sarah’ın düğünü geçirdiği kazadan 8 ay sonraydı
Babası Boone’un annesiyle evlendiğinde Shannon 8 yaşındaydı
Babası annesini ve kendini vurduğunda Sawyer 8 yaşındaydı
Dharma’nın logosu sekizgen

15:
Danielle’in ekibindeki kişi sayısı
Boone Shannon’u kurtarmak için 15 saatlik bir uçuş yapar
Michael’in teknesi radarda diğer tekneyi gördüğünde 15 mil açıktadır
Kuyruk kısmındakiler 15. günde kumsaldan ayrılıp içeride kamp kurarlar

16:
Danielle’in imdat çağrısı 16 yıldır dönüp durmaktadır
Hurley’den önceki 16 hafta kimse lotoyu tutturamamıştır
Oceanic logosundaki kırmızı noktaların sayısı
Jack, Kate ve Charlie kazadan 16 saat sonra pilotu bulur
Oceanic’in uçuşu 16 saat sürecektir
Yerlatı odasının duvarındaki rakamlardan biri


23:
Ağaca asılmış Charlie’yi bulan Jack hayata döndürmek için 23 kez kalp masajı uygular
Uçağın kuyruk kısmından kurtulanlar 23 kişidir
Nijerya’dan gelen uçaktaki sandıklarda 23 sayısı görülür
Jack’in koltuk numarası 23B’dir
Uçak 23 numaralı kapıdan kalkar
Yerlatı odasının duvarındaki rakamlardan biri

42:
Connect 4 oyunundaki boşluk sayısı
Danielle’in notlarındaki toplan rakam adedi (7 sıra 4,8,15,16,23,42)
Ana Lucia’nın koltuk numarası 42F’dir
Yerlatı odasının duvarındaki rakamlardan biri
*Ayrıca Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde 42 sayısının evrenin sırrı nedir sorusunun cevabı olduğu söyleniyor ;)

Yine aynı sayılar Hurley’in peşini pek bırakmıyor, otel odasının numarası 2342, arabası bozulunca 16’yı 15’e bağlayan yoldan sonra da 8’İ dörde bağlayandan devam ediyor. Bu arada hava sıcaklığı 23 santigrat derece ve katettiği yol 42km. Havaalanına yetiştiğinde ise 6 futbol oyuncusunu geçiyor, sırt numaraları da bilin bakalım kaç? Ayrıca 815 sayısı da sıkça tekrarlanıyor: Kate’in banka kasanının numarası 815, uçuşun sefer sayısı 815, Charlie’nin sattığı fotokopi makinesinin modeli C-815, Kate ve Adam zaman kapsülünü 15 Ağustos’ta gömer (Türkçe’de 15.08 diye okuruz ama 08.15 diye okuyorlar)…

Tamam, izleyiciler sayılırla kafayı bozmuş olabilir ama dizi boyunca bunlardan başka rakam kullanmayan yapımcı/senaristlere ne demeli? Acaba dolaylı yoldan zihin konrolü ya da yönlendirmeye girebilir mi bu ;)

Sayılarla ilgili asıl çarpıcı ve çözümleyici açıklama ise http://youtube.com/watch?v=_PPCCcXarkc adresinde. Bu açıklamaya yer verip diziyi izlemenin bütün tadını kaçırmanın alemi yok. Eğer bir filmi izlemeden önce başkasından duymak sizin için filmin tadını kaçırıyorsa, bir kitabı okumadan önce son sayfada olanları bilmek kitaptan aldığınız keyfi azaltıyorsa, yapmayın, izlemeyin spoiler’i, kendiniz için dizinin keyfini kaçırmayın :)

Yorumlar

  1. ilk paragraf. fazlasıyla doğru.
    paralel evrenleri yansıtıyor.

    YanıtlaSil
  2. sayılara ne diyorsun peki? gerçekten belli bir amacı var mı?
    ya genetik kopyalar oldukları?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler.