Walk Like an Egyptian

Kral Philip hala oğlu için uygun bir öğretmen bulamamıştı.

Çocuk hiç de istediği gibi yetişmiyordu, olmazdı böyle şey. Zaten hep annesi şımartıyordu onu. Nerede görülmüş canım, tahtın varisinin komşu gezmelerine götürüldüğü? Şu kadınlar yok mu...
Sonunda oğlunu yanına alıp kendisi bulmaya karar verdi aradığı bilge eğiticiyi.
- Atımı hazırlayın! İskender'i de hazırlayın.
- Delirdin mi sen be adam, bi'yere göndermem ben oğlumu!
- Ben götürürüm!

...Yol uzadıkça uzuyordu. Ne Olympias'ın ne de Philip'in çenesi yol boyunca kapanmamış, İskender'in sabrı taşmaya başlamıştı.
- Susun biraz yaa...
- Ne demek sus! Babaya sus denir mi? Elimin tersiyle şimdi! Hep sen alıştırdın bunu böyle...
- Aa, ben ne yaptım canım şimdi?
- Susacak mısın sen?

... Henüz yeterince iyi bir eğitici bulamamışlardı. Miletoslular?ın ünü çok yaygındı o aralar. Yola çıkmışken bir de oraya uğrayalım demişti Philip. Gemiye bindiklerinden beri, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, zira hepsini deniz tutmuştu ve ağızlarını açarlarsa sözcük yerine başka bir şey çıkacağından korkuyorlardı. Kürek mahkumlarından biri, sürekli bir şeyler geveleyip duruyordu ağzının içinde.
- Hatırlamam lazım, Philip... İskender... kimdi bunlar, kimdi...
?-Delinin teki işte? diyordu kaptan onun için, ?pazardan aldığımdan beri kendi kendine konuşup duruyor, yok burası neresiymiş, yok hangi yüzyılmış...?



Nil?in kıyısında tahtın ortağı Kraliçe, yükselen nehri ölçen işçileri izliyordu. Bereketli bir yıl olacaktı; Nil, yine bir anne gibi Mısır topraklarını kucaklayacak, insanlarına hayat verecekti. Hizmetçilerinden biri gelip kraliçeye saraya Roma?dan bir haberci geldiğini bildirdi, Kraliçe danışmanıyla birlikte saraya yöneldi. Büyük salonda sersem kardeşi Kim Bilir Kaçıncı Ptolemy çoktan haberciyi göndermiş, onları bekliyordu.
- Sevgili kardeşim, bugün nasılsın bakalım?
- Haberci nerede?
- Firavunu görmeye geldi; gördü ve gitti.
- Orion düşsün tepene seni aptal! Sana yetkinin kimde olduğunu hatırlatıyorum: paraların üzerinde benim resmim var.
- Aman ne güzel. Paralarını da alıp Nubye?ye yerleşmeye ne dersin? Üzerindeki resimler senden çok geçen senenin güzellik kraliçesini andırıyor ya neyse... Bu aralar çok meşgul olacağım, elinin hamuruyla ayağımın altında dolaşmanı istemiyorum. Sezar'ın gözlerinin pek iyi görmediğini duydum, seni bile beğenebilir, ama onu paylaşmak gibi bir niyetim yok.
- Ne demek bu?
- Sezar?la yeni bir anlaşma yapacağım, artık gürültücü komşularımızdan kurtulmanın zamanı geldi demek.
- Hiç güleceğim yoktu... Önce senden kurtulmasın da...
- Çıkabilirsin. Seni özleyeceğim. Kurak mevsimdeyiz ama papirüs bulursan bana yaz.
- Seni sıçan!
- Götürün!
..............
- Horemheb, Sezar üç gün sonra Mısır'da olacak. Hangi konuk odasının hazırlanacağını öğrenmeni istiyorum.
- Öğrendim bile. Büyük olanı, Nil'e bakan. Belki, Sezar?a bir hediye gönderebilirsiniz. Bu onu memnun edecektir, onun tarafında olduğunuzu anlayacaktır.
- Evet, tabii... Sezar'a bir Çin halısı göndereceğim. Halıyı Ptolemy?den gizli sokacaksın saraya. Bil bakalım o halının içinde kim olacak Horemheb?
- Nasıl isterseniz...
- Güneş Kefren'i ışıklarıyla yıkayacak, ay Amon?u ruhunu uyandıracak. Orion?un aydınlığı yedinci odadan geçerken Mısır benim olacak. Yedinci Kleopatra! Mısır'ın ilk kadın firavunu! Nil'in kraliçesi! Işığın efendisi!
- Tabii, tabii...
-

Şaraptan anlayan insanlardı doğrusu şu Egeliler. Doğuya doğru yola kayulmuşlardı, ve o güzel şaraplar olmadan yol hiç de çekilmezdi. Hava gittikçe ısınıyordu, Philip ve Olympias ise HİÇ susmadan tam kapasite konuşmaya devam ediyorlardı. İskender, Olympos?un tüm tanrılarına yakarıp durmuştu yol boyu, ama nafile... Gemiden ayrılırken, şu ?deli? kürek mahkumunu da yanlarına almışlardı. Kim ne derse desin, adam İskender?e hiç de deliymiş gibi görünmüyordu. Hayal de olsa hiç değilse güzel şeyler söyleyebiliyordu.
- Dudak okuyabilir misin İskender? Seni bekliyor Pers orduları... Bekliyor seni Pers orduları... Pers orduları seni bekliyor... Anlasana be adam! Or-du, sa-vaş, za-fer, im-pa-ra-tor... Ne diye uğraşıyorum bilmem ki!
??????
Antioch?a geldiklerinde, Philip aniden hastalandı, kısa süre sonra da öldü. Olympias sabah kahvaltısını çadırına götürmüş, sonra duvar gibi bir yüzle dışarı çıkmıştı:
- Roxanne yemeklerine o beyaz tozdan karıştırırsam düşük çenesinin kapanacağını söylemişti. Ben... ben...
- İskender, bir gün kitaplar bunu senin yaptığını yazacak, hem de tahta oturmak için.
- Hadi canım! Sen çok komik adamsın be kürekçi. Sana ?kahin? diyelim, her şeyi bilen adam...
- De tabi, gülmeye devam et, Allah bozmasın neşeni ne diyeyim!

Doktorlar, Philip?in zatürreeden öldüğü sonucuna vardılar. İskender, annesini ve Roxanne?i orada bırakıp Mısır?a doğru yola koyuldu. Eğitici aramıyordu artık, sadece Mısır?ın bilgeliğini, belki birazcık da topraklarını paylaşmak istiyordu. Öyle ya, Pers?lere toprak varsa, niye kendisine de olmasındı ki?
Askerleri ve atları dinlendirmek için bir vahada durdular. Atından inerken İskender?in gözüne bir şey ilişti: Kumların içinde pırıl pırıl, simsiyah, olimpiyatlarda kullandıkları disklere benzeyen bir şeydi ama bir kenarından ince, siyah, ölü ve iki kafalı bir yılan sarkıyordu sanki.
- Felsefe taşını buldum! Buldum!
- Yok canım, bulamadın. Ben düşerken bu da kumlara saplanıp kalmış demek ki, o kadar da aramıştım... Felsefe taşı falan değil o, geldiğim yerde ona discman diyoruz. Müzik dinlenir onunla, bak göstereyim...
- Ne? Kahin, biraz su içmene izin veriyorum, yoksa kalan aklını da yiyeceksin. Liri ve lavtayı getirin, müzik nereden gelirmiş görsün şu zavallı.
- Of, bunu hak etmek için ne yaptım ben??? Ne vardı molekül ayrıştırıcıyla oynayacak, kara deliklere dalacak? Al işte böyle olur, arayan bulur...
O gün ve gece boyunca İskender bol bol şarap içmiş, bedevilerin muz yapraklarından sardığı sigaraları birer birer tüketimişti. Bir ara bir haberci gelip yakınlarda Dara ve Pers ordusunun konakladığını söyledi, ama İskender bunu anlamayacak kadar, nasıl derler, ?mutluydu?. Sabaha karşı, Kahin bir terslik olduğunu fark etti. Okuduğu kitaba göre İskender?in birkaç saat sonra Dara?yla çarpışması ve onu yenmesi gerekiyordu, oysa İskender?in bırakın savaşmayı, yerinden kalkacak hali yoktu. ?Acaba? dedi içinden, ?acaba...?
Öğlene doğru ayıldılar, ama hala çok sakindi ortalık.
- Bence biraz geç kaldık, ama hala şansın olabilir. Dara ile savaşıyor olman gerekiyordu.
- Kahin, sinirlenmeye başlıyorum! Ne cesaretle benimle böyle konuşabiliyorsun? Hayır efendim, savaş falan yok, cezalısınız, yarın gideceğim savaşa!
- Allah akıl fikir versin, bulacaksın belanı, sözümü dinleyen yok ki! Yarın git, git de gör...
- Ne dedin?
- Hiç.
................
Bir ara yaşlı bir deve seyisi, köyün büyücüsünün çölün ruhuyla konuşabildiğini söyledi. İskender, Kahin?i de alıp büyücünün çadırına gitti. Çadır, dışarıdan göründüğünden kim bilir kaç kat daha büyüktü. Fil derisi kadar buruşuk, iskelet kadar ince ellerini uzattı büyücü:
- Ellerini uzat İskender...
- Adımı bildin, başka neler bilebilirsin ellerime bakmadan?
- Yüzüne bakıyorum İskender, ve yakında nefesinin havaya, toprağa ve suya karışacağını görüyorum. İki yol görüyorum, ve sen ikincisinde yürümeye başlamışsın. Geri dönebilirsin, hala çok geç değil.
- Yaa... Ama ben bütün dünya önümde eğilecek diyorum yaşlı adam Buna ne diyorsun?
- Ellerini uzat... Yo, yazgın karanlık, kesişen çizgilerine bak... altı ve dokuz kesişiyor, kendini korumalısın...
Ne anlardı ki bu sersem bunak? Vakit kaybediyordu. Savaş hazırlığı yapmalıydı, yarın savaşacaktı... Evet yarın... Yaşlı adamın gözlerinin, başındaki tuhaf başlığın gölgesinde kaldığını fark etti. Gözlerine bakmadan kimseye güvenmemeli derdi Philip. Kör müydü acaba bu adam?
- Hayır, değilim.
- Ne dedin? Nasıl duyabildin?
- Yalnız bunu değil, duyamadığın pek çok şeyi duyuyorum. Gel benimle.

Büyük, parlak ama karanlık bir şeyin karşısında durdular. Kendi yüzlerini görüyorlardı, ama sanki çok uzakta duruyorlardı. Bir aynaya benzetti Kahin bunu, ama yaşlı büyücü bu hem karanlık hem parlak şeye dokundu ve yüzeyini tıpkı durgun suya düşen bir damla gibi dalgalandırdı.
- Bak ve gör genç İskender, ama sakın fazla yaklaşma. Geçmişin ve geleceğin kesiştiği yer, kaderini içine alır, asla geri vermez. Talihsiz kayıp ruhlardan biri olmanı istemem...
Kahin anlamıştı. ?Dokunma? dedi, ?sakın yapma, benim yaptığım hatayı tekrarlama.? Çok fazla konuşuyordu bu adam, ve İskender ölesiye merak ediyordu
- Demek dokunmamam gerek... Kahin, benim yerime sen dokun!
- Hayır, yeniden olmaz, yine bir solucan deliğine giremem , yapma, yapmaaaaaaaaaaaa!!!!!!!!!!!!
Kahinin sesi uzaklaştı ve kayboldu.
- Felsefe taşını da al, lazım olur, müzik yaparsınız birlikte! Güzel numara, söyle bakalım büyücü, nereye gitti?
- Yok ettin onu, sonsuzluğa attın...

İskender kampa dönüp savaş hazırlıklarına başladı. Ordusuna bedevi askerleri de katılmış, güçlenmişti. Sabahın ışıkları gözlerini bulmadan İskender ve Dara ?nın orduları Mısır yakınlarında karşılaştı. Savaşı sonlandıran her iki kumandanın da ölmesi oldu. İkisinin de orduları dağıldı. Üzerine gelen iki düşmanın da birbirlerini bertaraf etmiş olması Mısır?ın otuzuncu hanedanının son firavunu Nekhtharehbe?yi hem şaşırttı, hem sevindirdi. Hem Makedon hem de Pers ordularının eğitimli ve yetenekli askerlerinin Mısır ordusuna katılması, Mısır?ı Kuzey Afrika?nın, hatta Eski Dünya?nın en güçlü devletlerinden biri haline getirdi. Öyle ki, Roma bile Memphis?in yanında sönük kalıyordu.

Sezar, Mısır?ın bereketli topraklarında konuk edildiği geceyi Nil kıyısında yıldızları izleyerek ve birkaç gün sonrasının hayalini kurarak geçiriyordu: Dünyanın en büyük ordusu ve en verimli toprakları onun olacaktı. Yanına gelen bir asker, ?Görevi tamamladık Sezar? dedi.
- Ya... Güzel... İyi çocuktu Ptolemy, yazık oldu. Etrafına iyi bak Lysideus, uzun süre kalacağız buralarda. Yarın Kleopatra?yı görmek istiyorum. Belki de kardeşinden daha akıllıdır, Sezar?a karşı gelinmeyeceğini anlar.
Temiz havayı ciğerlerine doldurarak ağır adımlarla odasına döndü. İki asker, sürgündeki Kleopatra tarafından kendisine gönderilen bir halıyı getirmiş, onu bekliyordu.
- Zeki kadın doğrusu, gücün kimde olduğunun farkında... Açın!
Birdenbire, gökyüzündeki yıldızlar söndü, ardından çok parlak bir ışık odayı doldurdu. Sezar, kendini çok uzun süren bir uykudan uyanmış gibi hissediyordu. Kafasının içi boşalmıştı sanki. Askerlerden biri, Firavun XVI. Ramses?in kendisini beklediğini haber verdi. Belki de yardım isteğini kabul edecekti. Sinirlendirmemeye bakmalıydı, bir iki geri adımdan ne çıkardı ki? Ya elindeki toprakları da kaybederse?
- Pekala, geliyorum. Lysideus, öyle tuhaf bir rüya gördüm ki ben, öylesine gerçek gibiydi ki. Dünyanın en güçlü imparatorluğuna hükmediyordum. Ben, Sezar... Mısır bile önümde diz çöküyordu. Bir de kadın vardı. Klea... Leo... ?Keşke? diyor insan, keşke. Gitmeliyim, firavunun öfkesinden sakınmak gerek.
Karanlık gecede yıldızlar, binlerce göz gibi ardından bakıyordu.

Kahin, yolculuğunu uzaklardan adının seslenildiğini duyarak, denizlerin diplerinde yıldızlar kadar uzak hayal meyal kentleri görerek, aşina suretlerin sıfatlarını hatırlamaya çalışarak bitirdi, ve kendini bin yıldızlı bir gecede her bir yıldızın kendi aksini bulduğu gece kadar karanlık bir nehir kenarında buldu. Birkaç adam koşarak yanına geldi. Onu alıp götürürlerken her şey bulanıklaştı, sesler uzaklaştı. Rüyasında evini, bir daha ölümlü gözleriyle göremeyeceği evini gördü.
- Günaydın.
- Günaydın...
- Sen, tanrıların bize hediyesisin.
- Ben mi?
- Sana saygılarımızı sunuyoruz.
- Bana mı? Haydi bakalım, bulduk yine eğlenceyi... Neresi burası?
- Mısır Krallığı. Yüce firavunumuz Tutankhamun?un tahta çıkışını kutluyoruz. Horus seni bize bu günü kutsamak için gönderdi.
- Kral Tut... XIX. Hanedan. Yeni Krallık dönemi.
- Evet, doğru yerdesiniz. Yorgun olmalısınız. Hazır olduğunuzda Tutankhamun sizi bekliyor olacak.
....................
- Haydi canım! Isis iyiliğini versin, ne adamsın be Kahin! Hani öldüreceklerdi beni? Kim cesaret edebilirdi ki? 15 senedir tahttayım işte. Boşuna öldürttük o kadar insanı, yazık oldu.
- Siz yine de bunları kimseye söylemeyin efendim. Şunu da aklınızın bir köşesine yazın: oğullarınız Ay ve Hatshepshut ?kralın sağında duran? ünvanıyla kalmalı, yerinize II. Ramses? i geçirmelisiniz.
- O da kim?
- Zamanı geldiğinde hangi çocuğun bu adla kutsanacağını söyleyeceğim. Ardından gelen Seti?nin adil yetişmesine dikkat edilmeli. Özellikle İsrailoğulları?na karşı.
- Kimlere?
- Bekleyin ve görün. Ama o zamana topraklarınıza dışarıdan kimseyi kabul etmemeye bakın.
- Kahin, yorgun olduğunu düşünüyorum. Seçilmiş biri de olsan, uzun süre uyanık rüyalar görmek pek iyi olmasa gerek.
- Bir bilseniz... Kenti dolaşalım biraz. Mesela yanılmıyorsam aşağıda bir nekropol oluşuyor.
- Ne oluşuyor? Aslında babamın mezarı var orada, belki bir aile mezarlığına dönüştürebiliriz.
- Tapınağın duvarlarına bir hatıra resmi kazıtmamızın iyi olacağını düşünüyorum. Yaptığım hareketi yapın... işte böyle! Bizi aynen böyle çizmelerini istiyorum. Bangles?ın şarkısındaki gibi. Haa haa! Ben göremem belki ama bizimkiler çok uğraşacak bu harekete anlam vermek için. Yanına da adımı yazsınlar olmaz mı?
- Delisin sen Kahin, deli. Ama seni mi kıracağım, yapsınlar tabii.

- Oğlum, bak ne yazıyo burda! Mısır?daki büyük tapınağın girişindeki kahinin yanında ?delinin tekiydi? yazıyomuş. Hiyeroglifleri çözen arkeolog çok şaşırdığını söylemiş.
- Sen onu boşver, Mısır bu sene göçmen kabul ediyomuş1
- Seni n?apsınlar salak, kalifiye elemen arıyodur onlar.
- Gözü çıksın üçüncü dünya ülkesi olmanın, kadere bak. Bi? daha doğarsam İngiliz olmak istemiyorum ben. Zaten ölene kadar Mısır?ın kolonisi kalıcaz.
- Kes oğlum konuşmayı, biraz daha ara belki başka bi? yolu vardır gitmenin.
- Ooof of! Neydi adres söyle de girelim.
- HorusIsisBast.Kopshet.Ra.... Bulduk işte, beyin göçü yazan yere tıkla.
- Beyin arıyolarmış, seni diil yani!
- Mısır?lının elindeki bende olsun, sen o zaman gör beyin neymiş.
- Adamın elinde var, kullanmayı da biliyo ya, helal... Hangimiz onlar gibi kullanabilirdi o solucan delikleri denen şeyi?
- Kullanmak denmez, sömürmek denir ona.
- Gücün yetse sen sömürmezdin sanki...



Yorumlar